Dünyada büyüyen ekonomik, siyasî ve askerî gerginlikler

Yeni bir ekonomik krizin uyarı sinyalleri

Kapitalist üretim şeklinin yeni bir krize maruz kalabileceği olasılığına işaret eden sinyaller artmaktadır. 2008/2009 uluslararası krizi sadece dünyanın her yerinde işçi sınıfını sömürmenin artmasıyla, devasa miktarda fonların enjekte edilmesiyle, birçok ülkenin veya bu ülkelerin dahilindeki bölgelerin fakirleşmesiyle ve kaya gazı ile petrolünün imalatıyla Amazon ormanlarının katlinin gösterdiği gibi çevrenin tahribatının devamı ve daha da kötüleşmesiyle aşılmıştır. Her yerde eşitsizlikler artmakta ve zenginlikler küçücük bir azınlığın ellerinde toplanmaktadır. Fakat kriz, büyük miktarda sermaye yıkımı sayesinde aşılmamıştır, bu da geçici olarak bir hareket alanı açmış olurdu. Yeniden küresel bir krizin tüm ilk işaretleri belirmeye başlamıştır: aşırı imalat, büyümenin yavaşlaması, borçlanmanın derinleşmesi, spekülatif balonlar, vs. OECD, 19 eylül tarihinde 2019 ile 2020 seneleri için küresel büyüme tahminlerini aşağıya doğru gözden geçirmiş ve bu tahminleri 2008/2009 krizinden beri en düşük seviyeye indirmiştir. Küresel ticaret hacmi durgunlaşmıştır ve 2019 senesinde düşmesi bile mümkündür. Amerika Birleşik Devletleri’nde ve avro bölgesinde merkez bankaları, yavaşlayan büyümeyi desteklemek boş umuduyla tekrardan para matbaalarını çalıştırmaya başlamıştır. Günümüzde dünyada negatif oranlarla borç olarak verilen 15000 milyar dolar bulunmaktadır, ki bu bankaları daha kırılgan bir hale getirmektedir, bununla beraber güvenli bir yatırım olan altının onsu 1500 doları aşmıştır ve bu, mayıs 2011 tarihinde önceki krizin ardından değerinin tavan yaptığı değere tekabül eder. Sermaye sahipleri, yatırım yapacak alan bulamadıklarından şüpheciliğe kaymakta ve iki senelik Amerikan tahvillerine olan yüksek talebin gösterdiği gibi kısa vadeyi uzun vadeye tercih etmektedirler. Böylece ağustos ayının ortasında çok talep gören iki senelik ABD Hazine bonosu faizi kısa bir süre için on senelik bonoların üzerine çıktı, ki bu eğrilerin tersine dönmeleri görünüşte mantıksız olmakla beraber ekonomik küçülmenin başlayabileceğine işaret eden bir sinyaldir.

Amerika Birleşik Devletleri ve Çin arasındaki ticari savaşta son gelişmeler

Haziran ayında Japonya’daki G20 zirvesi sırasında varılan bir anlaşmaya Trump tarafından uyulmamasına cevap olarak Çin, 23 ağustos tarihinde Amerika’dan ithal edilen 75 milyar dolarlık (67 milyar avro) bilhassa petrol ürünleri, tarım mamulleri ve otomobilleri içeren emtialara ek vergi getirmiştir. Trump buna şiddetle tepki göstermiştir ve “Çin’e ihtiyacımız yoktur ve açık konuşmak gerekirse onlar olmasa durumumuz çok daha iyi olurdu” ile “Şimdi harika Amerikan gruplarına derhal şirketlerinizi geri getirmek ve ürünlerinizi Amerika’da üretmek de dahil olmak üzere Çin’e alternatif aramalarını emrediyorum” beyanlarında bulunmuştur. 1 ekim tarihinden itibaren Çin’den ithal edilen 250 milyar dolar değerinde ürünün günümüzdeki %25 değerindeki vergi yerine %30 vergiye tabi tutulacaklarını açıklamıştır. Ayrıca 15 aralıktan itibaren esasen tüketici ürünlerinden oluşan kalan 300 milyar dolar değerindeki Çin’den ithalata öngörülen %10 yerine %15 vergi uygulanacaktır. Bunun ardından 19 eylül tarihinde iki emperyalist güç arasında müzakereler tekrar başlamış bu vergilere kısmi ertelemeler getirileceği açıklanmıştır, ancak bu iki güç arasındaki karşıtlıklar temel olarak uzlaşmaz olduğundan ticari savaş bazen diniyor gibi görünse de son bulmayacaktır.

Trump’ın söylediklerinin aksine bu savaş bütün Amerikan kapitalistlerinin işine gelmemektedir, hele hele emekçilerin işine gelmediği aşikardır. Wall Street Journal gazetesi Amerikan otomobil sanayisinin şimdiden yavaşladığını ve tarımın ise bu gerginliklerden daha da fazla zarar göreceğini hatırlatmıştır. “Hanelere” gelince, Congressional Budget Office’in tahminine göre Çin’den yapılan ithalata getirilen vergilerin neticesi olarak mevcut gelirde ortalama 580 dolarlık bir düşüş beklenmektedir. İşin aslında Amerika’nın ticari açığı büyümektedir, Amerika’nın büyümesi suni olarak para basılmasıyla desteklenmektedir, Amerika’nın bütçe açığı 2018 senesinde genel borçlanma yüzünden %17 artmıştır. Trump, Fed’in para politikası faiz oranını Avrupa Merkez Bankası’nınkiyle aynı orana, yani sıfır değerine getirmesini istemekte, ancak Fed bunu borçlanmayı göz önüne alarak imkânsız olarak görmektedir. Amerika’nın büyüme oranı %2 değerinin biraz üzerindedir, ancak durumun değişme riskleri büyümektedir.

Çin’de ise ekonomik büyüme yılın ikinci çeyreğinde senelik oranda %6,2 olarak yavaşlamıştır ve bu en az son 27 senenin en düşük değeridir. Sanayi üretimi bundan bilhassa etkilenmiştir.

Ekonomik küçülmeler

Dünyanın en büyük iki kapitalist devleti arasındaki ticari savaş ekonomik durumun kötüleşmesine iştirak etmekte ve krizi öne çekme riski taşımaktadır.

Ekonomisi %50 oranında ihracata dayanan Almanya’da, GSMH ikinci çeyrekte %0,1 oranında küçülmüştür, otomobil sektörü bundan çok etkilenmiş, 2019 senesi için büyüme tahminleri Avrupa Komisyonu tarafından sadece %0,5 olarak aşağıya çekilmiştir. Bu ülke artık Avrupa’nın hasta adamı olarak görülmektedir, ki bu aynı zamanda sermayenin hükumetinin emekçilere karşı saldırıya tekrar başlaması gerektiği anlamına gelmektedir. Siyasî istikrarsızlık, CDU ile SPD’nin krizi ve faşizme kayan AFD partisinin gelişmesi Avrupa’nın en mühim emperyalizminin zayıflamasından beslenmektedir.

Arjantin ve Türkiye, küresel ekonominin yavaşlamasının ve bunun beraberinde getirdiği spekülatif sermayenin tedirginliğinin neticelerine bilhassa maruz kalmaktadırlar. Hakikaten de bu ülkeler zincirin zayıf halkalarıdır. Arjantin’de borsa ve peso para birimi çökmüştür. Macri hükumeti, 28 ağustos çarşamba tarihinde IMF’e ve tahvil sahiplerine bütçede kemer sıkmaya gitme karşılığında borçlarının yeniden yapılandırılması talebinde bulunmuştur. 101 milyar dolarlık borç ecnebi sermayenin kaçmasına ve senenin başından beri Merkez Bankası’nın son dört ayda %25 azalmış olan dolar rezervlerini boşaltma riskiyle beraber yüz milyonlarca dolar satmış olmasına rağmen değerinin %50’sini kaybetmiş olan pesonun tehlikeli bir şekilde zayıflamasına yol açmıştır. Enflasyonun 2019 senesinde %55’e ulaşacağı tahmin edilmektedir ve Merkez Bankası’nın faiz oranları %60 değerindedir!

Güçler arası rekabetler

Amerika Birleşik Devletleri ve Çin arasındaki ticari savaş ile Amerikan emperyalizminin tüm rakiplerine karşı olan saldırganlığı sadece ekonomik kriz etkenleri olarak kalmaz, aynı zamanda önde gelen emperyalist ülkeler arasında ve her ülke içinde büyüyen bir istikrarsızlık etkeni olmaktadır. İran’la tüm ekonomik ilişkilerini birden bitirmek zorunda kalan ve aynı zamanda Amerika’ya yaptıkları ihracatın daha fazla vergilendirilmesi tehdidine maruz kalan Almanya ve Fransa buna karşı çare aramaktadırlar. Ancak Avrupa’yı buna karşı koyabilecek bir ağırlık olarak güçlendirmek sadece bir hayalden ibarettir. Burjuvaziler arasındaki azan rekabetin ifadesi olan milliyetçilik, her şekliyle tüm bu yapıyı tehdit etmektedir.

Alman emperyalizminin zorda olduğunu hisseden Fransız emperyalizmi derhal bundan bir avantaj koparmaya çalışmıştır. Macron, Biarritz kentindeki G7 zirvesinde kendini Avrupa’nın önde gelen diplomatik ve siyasî gücü olarak göstermeye çalışmıştır. İranlı bir bakanı kelimenin tam anlamıyla şapkasından çıkarmış ve Amerika ile İran arasındaki diyaloğu tekrar başlatma ve İran’a ekonomik yaptırımların etkisini azaltmak için 15 milyar avroluk bir kredi açmaya yeltenmiştir. Ancak üç günden kısa bir süre içinde bu çabalar çökmüştür. Amerika Birleşik Devletleri baskıyı azaltmamış, Brexit’e (Büyük Britanya’nın AB’den ayrılması) destek vermeye devam etmiş ve Trump Büyük Britanya’ya AB’den çıktığında “çok büyük bir ticari anlaşma, eşi benzeri görülmemiş bir anlaşma” vaat etmiştir.

Savaş riskleri

İran’a karşı baskın emperyalizm çemberini daralmaktadır. Müttefikleri İsrail ve Suudi Arabistan’ı Amerikan ordusunun doğrudan bir müdahalesi olmasa bile kendilerinin bir müdahalede bulunmaya hazırlanmaları için seferberliğe çağırmıştır. Hürmüz körfezinde askeri manevralar ve çeşitli provokasyonlar, İsrail hava kuvvetlerinin Suriye’de, Lübnan’da ve hatta Irak’taki İran veya müttefiklerinin konumlarına müdahaleleri, İran’ı hataya itmek ve savaş başlatmak maksatlıdır. Suudi petrol tesislerinin 14 eylül tarihinde İran’a ait oldukları iddia edilen İHA ve füzelerle saldırıya uğraması her an bir savaşa dönüşebilecek aşırı gerginliği daha da arttırmıştır. Büyük askeri manevralar, silahlanma yarışı, korkutmaya çalışmalar ile her emperyalizm imkânları dahilinde güç gösterisi yapmaktadır. Hiçbir emperyalizm genel bir savaş çıkarmak istememektedir, ancak Amerikan, Çinli ve Rus emperyalizmleri buna rağmen doğrudan veya başka ülkeleri maşa olarak kullanarak Suriye’de, Ukrayna’da, Çin denizinde, Hindistan ile Pakistan hududunda ve Arktik denizine dek askerî çatışmanın eşiğine gelmektedirler.

Ekonomik savaş, milliyetçi akımları her yerde hızlandırmış ve Avrupa burjuvazileri arasında zorlukla varılmış anlaşmaları zayıflatmıştır, küresel ölçekte emperyalizmler arası eski ittifaklar paramparça olabilirler.

Sermayenin geleneksel partilerinin yıpranması

Her yerde sermayenin geleneksel partileri eskimiş, zayıflamış, prestijini kaybetmiş ve burjuva parlamenter demokrasisi kapsamında ya hiç taban bulamamakta, ya da bunu çok zor becerebilmektedirler. Burjuva demokrasi, sakin zamanlar için bir rejimdir, Sermaye’nin burjuvazinin baskınlığını küçük burjuvazileri (bağımsız çalışanlar, şirketlerde yönetim seviyesinde çalışanlar) ve kitle işçi teşkilatlarının bürokrasilerini bazı küçük tavizlerle kendisine bağlayarak oturtmasına imkân sağlayacak kadar gelişmiş olmasını gerektirir.

Emperyalizmin üretim şekli olarak yeni kasılmalarına işaret eden uluslararası ekonomik ve siyasî gerginlikler, burjuva demokrasisini sarsmaktadır. Bu eğilim, Amerikan emperyalizminin saldırısı ile Çin emperyalizminin yükselişi arasında sıkışmış burjuvazilerin kıtayı tek bir emperyalist güç olarak birleştirmekten aciz oldukları Avrupa’da bilhassa görünürdür.

Popülist, Avrupa karşıtı ve şoven milliyetçi akımların özellikle Avrupa’da gelişmeleri bir tesadüf değildir. Sermayenin geleneksel partilerinin sonuna dek kullandıkları teknikler artık işe yaramamaktadır çünkü halkın git gide daha geniş katmanlarının, yani sadece işçi sınıfının değil, küçük burjuvazinin bir kısmının da mutlak veya göreli fakirleşmeleri bu partilere istikrarlı bir seçmen kitlesi sağlanmasına mani olmaktadır. Büyük kitleler için günlük hayatın zorlukları hakikati vaatlerin ve açıklamaların etkisini yok etmektedir.

Bu partilerin seçmenlerinin birçoğu oy vermemekte, veya ya çevreci partilere ya da popülist ve faşizme kayan partilere yüzlerini dönmektedirler. Mesela İspanya’da seçmenler PP’den Vox’a kaymaktadır. Almanya’da ise CDU’dan AFD’ye kaymaktadırlar. Geleneksel partiler, kendi burjuvazilerini korumak için, proletaryalarını bölüp sömürüyü arttırmak için ve kitlelerin öfkesini “ecnebilere” yöneltmek için daha saldırgan bir milliyetçilik bayrağı dalgalandırmaktadırlar.

Büyük Britanya örneği

Burjuvazinin birleşmiş olmadığının ama daima yeniden yapılandığının, müşterek işlerini kendisinin doğrudan yönetmek yerine bunun yarattığı tüm sorunlara rağmen partilere ve yüksek memurlara yaptırdığının, siyasî temsilinin, ulusal egemen sınıfın iç çelişkileri, devletin diğer sınıflarla ilişkileri, diğer devletlerle ilişkileri arasında kısa vadeli yönetimde bulunduğunun bir ispatı gerekliyse, bu, Büyük Britanya’nın AB’den zorlu çıkma süreci misalidir.

Büyük Britanya’da, mayıs 2019 tarihinde Farage’ın Brexit partisinin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde %32 oranında oy alarak sağladığı başarının neticesi, ki muhafazakar parti sadece %9 ve işçi partisi %14 oranında oy almıştır, öncelikle Theresa May’in AB ile müzakere edilen anlaşmayı kabul ettirememesi, ardından da 31 ekim tarihinden evvel ne pahasına olursa olsun Brexit’in gerçekleştirilmesi taraftarı olan palavracı Boris Johnson’ın başbakanlığa gelmesi olmuştur.

İngiliz burjuvazisi bu maceradan kurtulmayı becerememektedir. Asalak finansal sermayenin bazı unsurları AB’den çıktıklarında daha da hür olacaklarını hayal etse de büyük İngiliz kapitalistlerin ezici ekseriyeti muhakkak Brexit’e karşıdırlar, hele hele anlaşma olmadan yapılacak bir Brexit’e. Ancak İngiliz burjuvazisi günümüzde sonucu Avrupa Birliği’nden çıkış kararı olan 23 haziran 2016 referandumunun neticesini silecek siyasî şartlara sahip değildir. Geleneksel partisi olan muhafazakar parti Brexit yönünde görüş açıklamıştı, burjuvazinin muhtemel imdat simidi olan işçi partisi ise bu meselede mümkün olan en ikiyüzlü belirsizlik içinde kalmıştı. Açıkça Brexit’e karşı bir tavır alan küçük bir burjuva parti Libdem (liberal demokratların partisi) ağırlığını arttırmış olsa da Britanya burjuvazisine olumlu bir perspektif açmak için bu etapta hâlâ çok zayıftır.

İşçi partisinin yöneticisi Corbyn, İskoçya ve İngiliz burjuvazisinin Johnson’a karşı olan fraksiyonlarının siyasî temsilcileri ile ilkesiz bir koalisyon toplamaya çalışmaktadır. Fakat bir yandan anlaşma ile AB’den ayrılma taraftarları diğer yandan ayrılmaya tamamen karşı olanlar arasında muhalefet karışıktır. Boris Johnson’ı parlamentoda engellemeyi başarmıştır, ancak Brexit’in ertelenmesi dışında hiçbir çözüm üretememiştir.

Kıta burjuvazileri bu meselede bölünmüştür, anlaşmasız bir kopmadan kaybedeceği çok şey olan Almanya bu ertelemeye olumlu bakmaktadır, Büyük Britanya’nın ayrılmasından avantaj sağlayacağını uman Fransız burjuvazisi ise çok daha az uzlaşmacı bir çizgi izlemektedir.

Biarritz kentindeki G7 zirvesinde Trump Johnson’a AB’den kurtulduktan sonra harika bir ticaret anlaşması vaat etmiştir, fakat Johnson bu vaadi temkinli karşılamıştır. Britanya burjuvazisi, AB’den ayrılma durumunda Amerikan emperyalizminin 1944 senesinde Bretton Woods’da yaptığı gibi kendi şartlarını dayatacağını bilmektedir. Dolayısıyla bu çıkmaz uzamaktadır ve her geçen gün muhafazakar parti ile işçi partisini daha da yıpratmaktadır. Bu durumdan kim istifade edebilecektir? İşçi sınıfının yönetimi Labour Party gibi hanedan yanlısı ve sosyal-emperyalist bir parti olduğu sürece bu muhakkak proletarya olmayacaktır, bunun yerine burjuva partilerin en gerici kanatları yani Farage’ın popülist ecnebi aleyhtarları olacaktır.

Ve Almanya misali

Almanya’da, tekrar birleşme 1989 senesinde kapitalist düzen çerçevesinde gerçekleşmiştir. Bunun neticesi uyumlaşma değil, eşitsizliklerin devamı ve hatta proletaryanın bir kısmı ile hayat şartları proletaryanın yaşam standartlarına bağlı olan küçük burjuvazinin bir kısmı için bilhassa artık gereksiz kalan doğudaki sanayi bölgelerinde hayat şartlarının kötüleşmesi olmuştur.

Proletaryanın bu kısmı için kapitalizmin, CDU ve SPD’nin vaatleri ile kitlelerin yanılsamaları yerlerini daha acı bir hakikate bırakmıştır. Ne CDU, ne de SPD onlara kapitalizmin zor kanunları dışında bir perspektif sunmamıştır. Gerek Saxe eyaletinde muhalefette, gerek Brandebourg’da hükumete iştirak ettiğinde, bir ara doğuda işçi oylarını kendine çekmiş olan Die Linke de (Sol Parti) itibarını kaybetmiştir. Bu iki bölgede 1 eylül 2019 tarihli bölgesel seçimlerin sonuçları yoruma yer bırakmamaktadır: katılımın net bir şekilde artmış olduğu bu seçimlerde Saxe eyaletinde AFD oylarını neredeyse üçe katlamış ve %27,5 oranında oy almış, Brandebourg’da ise oylarını ikiye katlayarak %23,5 oranında oy almıştır. Bunun neticesi olarak CDU, tıpkı SPD ve Die Linke gibi büyük sayıda oy kaybetmiştir.

AFD işi, kendisinin Berlin duvarına karşı 1989’daki halk seferberliğinin oluşturduğu “Dönüm Noktasının” (“Die Wende”) mirasçısı olduğunu söylemeye kadar götürmüştür ve şu beyanda bulunmuştur: “Günümüzde hayat şartları hâlâ doğu ile batı arasında eşit değildir. […] İnsanlar 1989 senesinde sokaklara günümüzde katlanmak zorunda olduğumuz şeyleri elde etmek için çıkmış değildirler.”; aynı zamanda “Wir sind das Volk” (“Biz halkız”) sloganını kullanmışlardır. Burjuva yorumcular kendilerini avutmak için bir yandan hem Saxe hem de Brandebourg’da CDU, SPD, Grünen (Yeşiller), vs. koalisyonlarının hükumet kurabileceklerini, diğer yandan ise Almanya’nın tamamının durumunun bu iki eyaletten çok farklı olduğunu dile getirmektedirler. Bu, Alman kapitalizmi şu anki rotasında devam edebilirse kısmi olarak doğrudur. Bu, ayrıca CDU ile SPD’nin itibar kaybının ulusal seviyede gerek CDU gerekse SPD ile hükumetlere katılan Yeşillerin yükselişiyle telafi edilebildiğini göstermektedir.

Ancak küresel durumun şartları göz önüne alındığında, Alman burjuvazisi için ekonomik ve dolayısıyla siyasî koşulların değişmeye hazır olduğu görülmektedir, ve bu faşizme kayan AFD partisinin şimdiden güçlendiği bir durumda gerçekleşmektedir. Özellikle de belli sayıda ders, tüm Almanya için geçerlidir: günümüzde de işçi sınıfının büyük bir kısmında iz bırakan şiddetli tedbirler Schröder’in SPD hükumeti sırasında alınmıştır. Mesela Almanya’da iki emekliden birine yakını fakirlik sınırının altında yaşamaktadır! Ayrıca burjuvazinin işlerinin SPD ile CDU ile beraberce her seviyede görülmesi geleneği Almanya’da o denli alışılagelmiştir ki işçi sınıfıyla gençliğin büyüyen bir bölümü SPD’yi terk etmektedir. Aynı zamanda, reformculuğun sadece bir çeşidi olan Die Linke tabii ki ihtilalci bir perspektif sunmaktan acizdir ve itibarını feragatleri ile bölgesel hükumetlere iştirakleri sürdükçe kaybetmektedir.

İtalya’da, Avusturya’da, Fransa’da, vs. her defasında özel şartlardan gelseler de benzer süreçler yer almaktadır.

Gericiliğin önlenebilir yükselişi

Günümüz ile 20. asrın ilk yarısı arasında önemli farklar ve benzerlikler bulunmaktadır. Az veya çok derecede faşizme kayan milliyetçi akımların yükselişi, eski (Amerika Birleşik Devletleri, Japonya…) ya da daha yeni partiler şeklinde (Macaristan, Polonya, Brezilya, İtalya, Avusturya, Türkiye, Hindistan, Filipinler…) iktidara gelişleri, işçi sınıfının gerilemesine denk gelmektedir.

Ancak bu gelişme, henüz 1920 ila 1930 senelerinde İtalya ve Almanya’da faşist grupların, İspanya’da Franco’nun faşist ordularının işçi teşkilatlarını fiziki olarak ezmeleri ve ihtilalci bir krizin işçi hareketi yönetiminin ihaneti sebebiyle başarısızlığa uğraması temelinde gerçekleşmemiştir.

Faşizm, sınıfların özel bir yapılanmasının neticesidir. Faşizm, sınıfından düşen küçük burjuvazi mensuplarının maceracılar tarafından kitlesel seferberliğe başlatılmasından doğar. İşçi hareketine karşı şiddetli saldırılarından dolayı, parlamenter temsilcilerinden hayal kırıklığına uğramış burjuvazi kesimlerinin desteğini kazanırlar.

Faşizm, burjuvazinin iç savaş için mücadele teşkilatıdır… burjuvazinin, tam da proletaryanın baskısını azaltmak için bir güce ihtiyaç duyduğu zaman ve kanunlar ile demokrasi tarafından engellendiği için eski devlet mekanizmasının artık uygun olmadığını düşündüğünde kullandığı şok birlikleridir. Böyle bir durumda burjuvazi iktidarını muhafaza etmek için her şeye hazır mücadele grupları kurar ve kendi kanunlarını, demokrasisini ayaklar altına alır. (Troçki, « Où en sommes-nous ? » (“İşin neresindeyiz?”), 21 haziran 1924, Contre le fascisme (Faşizme karşı), Syllepses, 2015, s. 88)
Burjuvazi hiçbir zaman, mutlak hanedanlara, Kilise’ye ve derebeyliğine karşı mücadele ettiği zaman bile, demokratik olmamıştır. 18. asrın sonunda Fransız devrimine ivme veren büyük burjuvazi yerine fakir köylülerin seferberliğinin ivme verdiği kent küçük burjuvazisinin birbiri ardına gelen yönetimleri (Anayasacılar, Jirondenler, Jakobenler) ile “çıplak kollar” yani büyük şehirlerde doğmakta olan proletarya olmuştur. Genel seçim hakkı sadece 20. asırda halkın mücadelesi sayesinde kazanılmıştır ve tüm Amerika’da Siyahilerin Beyazlarla aynı haklara sahip olmaları için 20. asrın ikinci yarısını beklemek gerekmiştir. Tabii ki mümkün olduğu sürece burjuvazi, kendisine hürce tartışma ve devleti sıkıca kontrol etme imkânı tanıyan, hatta sömürülen ve yarı sömürülen sınıfların gözünde demokrasi görünümünü muhafaza eden bir rejimi tercih eder.

Ancak burjuvazinin mantıklı bir plan izlediğini sanmamak gerekir, bu sosyal sınıf verdiği siyasî tavizleri geri almaya hazırdır, emperyalist ülkelerde verdiği ekonomik tavizleri geri aldığı gibi. Hareket alanı daraldıkça burjuvazinin baskınlık şekli, işçi sınıfının tepkisi olmazsa, halk için demokratik hürriyetleri kısıtlayan ancak kendi gazetelerinin çoğulculuğunu, kendi kulüplerini, düşünce kuruluşlarını ve partilerini muhafaza eden güçlü bir devlete doğru yönelir. Şayet bu kafi gelmezse, kitlelerin ayaklanması ve sosyal ihtilal yerine devletin özerkleşmesini ve iktidarın kontrolünü biraz ve geçici olarak kaybetmeyi (yani bir Bonapart’a veya Führer’e devretmeyi) tercih eder. Böylece Sudan’da burjuva muhalefet (ALC) 3 ağustos tarihinde kitlelere karşı general Hemetti’nin faşist birliklerinin (RSF) kullanmış olan cunta (CM) ile üç senelik seçimsiz bir “geçişi” kabul etmiştir.

Geçmişte, kapitalizm hiçbir zaman “arı” bir demokrasiyi kabul etmemiştir, bazen ona bir şeyler ilave etmiş, bazen de yerine açık bir baskı rejimi getirmiştir. “Saf” bir finansal sermaye hiçbir yerde mevcut değildir. Baskın bir konumda olduğu zaman bile finansal sermaye bir boşlukta hareket etmez, burjuvazinin diğer katmanlarını ve ezilen sınıfların direnişini dikkate almaya mecburdur. Parlamenter demokrasi ile faşist rejim arasında kaçınılmaz bir şekilde birçok geçiş biçimi yer alır ve biri diğerinin yerine bazen barışçıl metotlarla, bazen de iç savaş yoluyla geçer. (Troçki, « Bonapartisme et fascisme » (Bonapartizm ve faşizm), 15 juillet 1934, Contre le fascisme (Faşizme karşı), s. 437)

Galip gelmek için kitlelerin devrimci perspektiflere ihtiyacı vardır

Günümüzde, hiçbir yerde işçi sınıfı ezilmiş değildir. Brezilya’da, Türkiye’de, Avusturya’da, başını tekrar kaldırabilir. Türkiye’de, henüz kesin olarak faşizmden bahsedilemeyeceğinden Erdoğan yerel seçimlerde birçok büyük şehri kaybederek göreli bir mağlubiyet yaşamıştır, ancak galip gelenler başka burjuva partiler olmuştur. İstanbul’u tekrar kazanma teşebbüsü başarısız olmuştur. Macaristan’da, Orban’a karşı önemli gösteriler yer almıştır. İtalya’da, Salvini-Di Maio hükumeti sürecinde bile önemli gösteriler yapılmıştır. Aynı şey Sudan’da, Cezayir’de, ve günümüzde yeniden Mısır’da da geçerlidir! Brezilya’da, gericiliğe rağmen, kentlerin ve köylerin işçi sınıfının, gecekondu proleterlerinin ve memurların, öğrencilerin bir kısmı tartışmasız kadın hakları, Yerlilerin hakları, devlet okullarının, emekli maaşlarının, çevrenin müdafaası için seferberliktedir… Ama diktatörlüğe karşı tüm işçi teşkilatlarının birleşik cephesi çizgisinde yapılması gereken ve küçük burjuvazinin bir fraksiyonunu kedisine çekebilecek olan demokratik hürriyetler veya ekonomik talepler için mücadele, sendikal bir mücadele değildir, “demokrasi” için mücadele değildir ve “mücadelelerin” bir toplamı değildir, aksine sınıf mücadelesi ile sömürü ve baskıya karşı birleşmedir, sosyalist ihtilal için mücadeledir.

Brezilyalı kitlelerin mücadele etmek amacıyla bir siyasî perspektife sahip olmaları için, ki bu işçilerin özsavunmasını dolayısıyla da proletaryanın silahlanmasını da içerir, öncü işçilerin PT’nin ve CUT’nin yozlaşmış bürokrasisine karşı, dün PT’nin burjuvaziye tabi olmasına önayak olan ve günümüzde burjuva partilerle birleşik işçi cephesine karşı “demokratik” cepheye ayak uydurarak aynı şeyi tekrar eden tüm boyun eğen “Troçkistlere” karşı siyasi olarak oluşabilmeleri esastır.

Devrimci militanlar, birleşmek ve ihtilalci teşkilatların kurulması için bir kutup oluşturmak için programlarını çok ileri bir tarihe atmamalıdır, yoksa bundan karışıklık doğar ve işçi sınıfı gerilemeye devam eder. Karışıklık, sendikalarla Jobbik de dahil olmak üzere Orban’a “muhalefet” eden tüm partilerin bulundukları 2018 senesinin sonunda Macaristan’daki gösterilerde kendini göstermiştir. Aynı şey, Roma’da bütün sendikalarla yüzbinlerce emekçinin bir girişimci delegasyonu ve Renzi ile Zingaretti’nin PD’si ile İtalya’da 9 şubat 2019 tarihinde yapılan gösterilerinde de yaşanmıştır, bunun neticesi hükumetten büyük bir özel ve kamu yatırım programı talep etmek olmuştur, ki bu bir işçi sloganı değildir.

Sosyal-reformist teşkilatların gözle görünür zayıflamaları devrimci örgütlerin kurulmalarıyla eşzamanlı olmamıştır, bunun tam aksi geçerlidir. Devrimi sadece bayram günleri dile getiren ve Marks, Lenin ile Troçki’nin prestijini gasp eden merkezci teşkilatları tümü buna mani olmuşlardır: bazıları Syriza, Podemos, LFI veya Die Linke gibi teşkilatları desteklemiş, hatta onlara katılmıştır, tümü ise işçi hükumeti için mücadeleyi çok ileri bir tarihe atmakta ve hepsi yakın geçmişte Katalonya’da ve Cezayir’de Kurucu Meclis meselesinde gösterdikleri gibi pratikte halk cephesinin çeşitli türevlerinin çizgisine hizalanmıştır. Patronların ve hükumetlerin saldırılarına ortak olan, işçi mücadelelerini sabote eden ve onlara ihanette bulunan çeşitli sendikal bürokrasilerin aygıtlarında birkaç koltuk için bu bürokrasilere destek olmaktadırlar. Marksizm, bilinçli bir şekilde burjuva ve küçük burjuva ideolojileri yararına saptırılmaktadır.

Eksik olan mücadele ruhu değil, politik açıklıktır.